Hayatta kesinlik içermeyen ve tahmin edilemeyen pek çok olayla karşılaşsak ta kesin olarak gerçekleşeceğini bildiğimiz tek şey ölümdür. Sözlük anlamı olarak; yaşamın sona ermesi, tüm yaşamsal fonksiyonların kalıcı olarak durması, kan dolaşımının ve nefes almanın durması, beyin ölümü gibi ifadelerle tanımlanan yaşamın bu son eylemi, gerçekten hayatın sonu mudur? yoksa ölüm, bireyin farklı bir varoluş türüne, yani ölüm sonrası hayatta kalmaya ilerlemesi için aşılması gereken biyolojik bir engel midir?
Ölümün doğası ve fizyolojik özellikleri nedeniyle, ölümden sonraki hayata ilişkin bu tür soruları araştıran araştırmacıların karşılaştığı zorluklar büyüktür. Bireylerin deneyimlerini aktarmalarına bağlı olması nedeniyle subjektif yoruma açık olsa da kullanılan yöntemlerden biri de ölüme yakın deneyimlerin (ÖYD) incelenmesi ve derlenmesidir. Bu deneyimler esas olarak -yalnızca bunlarla sınırlı olmamakla birlikte- ölüme çok yaklaşan veya bazen klinik olarak ölü ilan edildikten sonra kısa süre içinde yeniden hayata dönen kişiler tarafından talep edilmektedir. Çoğu durumda, tıbbi personel onları hayata döndürmeye çalışırken, vücutlarında gerçekleştirilen olaylar ve prosedürler hakkında bilgi sahibi olduklarını ifade etmişlerdir.
ÖYD'lerin en kapsamlı koleksiyonlarından biri, psikiyatrist Raymond Moody tarafından derlenmiş ve konuyla ilgili 1975'te yayınlanan ilk kitabı 'Hayattan Sonra Hayat” ta 150 ayrı öykü üzerinde yaptığı araştırmada birçok ortak unsuru kategorize etmiştir.
Bu öykülerin hepsinde bulunan ortak noktalar; deneyimi ifade etmekte güçlük çekme, huzur içinde olma duygusu, beden dışı deneyim, bir ses duymak, bir tünelden geçmek, aile üyeleri, arkadaşlar veya ışık varlıkları tarafından karşılanmak, hayatın gözden geçirilmesi ve geri dönüş gibi unsurlardır.
Bu unsurlar kullanılarak klasik bir ÖYD oluşturulduğunda ortaya şöyle bir senaryo çıkar;
“Bir kadın ölüyor, çevresinde büyük bir kargaşa ve gürültü olmasına rağmen bu sesler azalmaya başlıyor ve kişiyi bir huzur duygusu kaplıyor. Birdenbire kendisini, bedeninin dışında buluyor ve doktorlar yatağının etrafında çalışırken bir izleyici gibi kendisini seyrediyor. Her ne kadar fiziksel bedenine baksa da artık onu kontrol eden farklı tipte bir bedene sahip olduğunun farkına varıyor. Nesneleri uzak mesafeden görebildiğinden ve odaklanabildiğinden, algılama gücü önemli ölçüde artıyor. Aniden rahatsız edici bir ses duyuyor ve daha sonra yanlarında çizgiler, desenler ve merkezinde parlak bir ışık bulunan karanlık bir tünelde çok hızlı ilerlemeye başlıyor. Işığa ulaştığında kendisini; ailesi, arkadaşları ve aynı zamanda ışıktan yapılmış bir varlık karşılıyor. Işık varlığı ona yaşamış olduğu birçok olayı gösterip, geri dönmesi gerektiğini söylüyor ve bu noktada kendini tekrar bedeninde buluyor. Daha sonra deneyimini paylaşmak istese de yaşadığı şeyi ifade edecek kelimeleri bulmakta zorluk yaşıyor ve bu deneyim hayatını sonsuza dek değiştiriyor.”
Deneyimleyen için ÖYD'lerin yaşamı değiştirecek etkileri olsa da bunlar ölüm sonrası hayatta kalmanın kanıtı olarak kullanılabilir mi veya bazı araştırmacıların önerdiği gibi ÖYD'ler yalnızca beyin oksijenden mahrum kaldığında veya oksijene maruz kaldığında ortaya çıkan nörolojik olaylar mıdır?
Bu makale ÖYD'leri çevreleyen farklı teorilerden bazılarını ve ölümden sonra hayatta kalmanın kanıtlarını içeren iddiaları incelemektedir. Moody tarafından kategorize edilen ÖYD'lerin çeşitli ortak unsurları üzerine yürütülen çalışmalar araştırmacıları bu konuya yöneltmiştir. Irwin ve Bramwell, 1988; Saavedra-Aguilar ve Gomez-Jeria, 1989; Morse, Venecia ve Milstrin, 1989; Fenwick, 1997; Jansen, 1997; Ring ve Cooper, 1997 bir dizi farklı teori ve sonuca varmıştır.
Susan Blackmore ve Tom Troscianko (1988, 1989, 1993) tarafından Bristol Üniversitesi Algısal Sistemler Araştırma Merkezi'nde yürütülen çalışma, tünel deneyiminin kökenlerini tartışır; Teorilerden biri, tünelin, bir bilinç durumundan diğerine geçişin, farklı aşamaları geçerken bilincin kararmasının sembolik bir temsili olduğu (Robert Crookall, 1964) veya zihnin normal bir durumdan çıkmasıyla oluşan psikolojik bir fenomen olduğu yönündedir.
Blackmore ve Troscianko, bireyler tarafından bu kadar sık dile getirilen şeyin neden bir kapı, geçit veya nehir değil de bir tünel olduğuna dair sembolizmleri tartışsa da farklı alanlarda yapılan araştırmaların altını çizerler. (Schachter, 1976; Siegel, 1977 ve Cowan 1982). Tünel deneyiminin hipnagojik imgeler, epilepsi auraları, halüsinojenik ilaçlara (LSD) maruz kalma, insülin hipoglisemisi ve migren gibi çok çeşitli zihinsel koşullar altında meydana gelebileceğini göstererek ÖYD'lerdeki tünel deneyiminin fizyolojik koşullar arasındaki bağlantılarını öne sürmüşlerdir.
Blackmore ve Troscianko, tünel deneyimlerine ilişkin fizyolojik teoriyi genişletirken, John Cowan'ın (1982) görsel korteks yoluyla herhangi bir halüsinasyonu, retinada göründüğü şekilde haritalandırıp hesaplayabildiği, kortekste oluşan formu halüsinasyonla eşleştirme teorisine vurgu yapmışlardır. Buradan hareketle, Blackmore beyin oksijenden yoksun kaldığında, bunun nöronların rastgele ateşlenmesiyle görsel kortekste bir hiperaktivite durumuna yol açabileceğini öne sürmektedir. Bu model, giderek daha parlak hale gelen benekli bir küreye işaret eder ve görsel alanda dışa doğru bir hareket yönüne eğilimli olduğundan (Georgeson ve Harris, 1978) bu durum bir tünelden geçmek gibi algılanabilir. Troscianko tarafından öne sürülen ikinci bir teori, görme alanında bu aktiviteyi tetikleyen nöronların birikmesinin, bir tünelde hareket etme algısını yarattığıdır. İlk olarak, merkezde az sayıda nöron ateşlenir ve ardından hareketin ne kadar hızlı olduğu belirlenir. Tüneldeki hareket ne kadar hızlı olursa,aktivite o kadar artar.
Her iki teori de tünel deneyimlerinin açıklaması olarak korteks kökenine işaret ettiği için, bu durum, dış etkenlerden dolayı gözleri zarar görmüş veya körlüğe neden olan retina hastalığına sahip bireylerin bile tüneli deneyimleyebileceği anlamına gelmektedir (Ring ve Cooper, 2004; 1997), ancak görme korteksinde hasar olan (kortikal körlük) bireyler bu deneyimi yaşayamaz. Ancak bu noktaya şimdi, kardiyolog Michael Sabom tarafından 1998'de yayınlanan ve bir hasta ÖYD'sini içeren bir raporla karşı çıkılmıştır. Deneyim diğer klasik ÖYD' lerden çok farklı olmasa da (operasyonun derinlemesine ayrıntıları, tünel girdabı, parlak ışık ve ışıktaki figürler), Blackmore ile çatışan şey, deneyimleyen kişinin o sırada içinde bulunduğu fiziksel durumdur. Baziller arter anevrizmasında ihtiyaç duyulan olağandışı cerrahi prosedür nedeniyle, sağlık personeli hastanın vücut ısısını düşürmek ve hipotermik kalp durması sağlamak zorunda kaldı, bu da hastanın nefes almasının ve kalbinin durmasına ve beyin dalgalarının düzleşmesine (serebral elektriksel aktivite yok) neden oldu. Blackmore ve Troscianko'ya göre beyin aktivitesinin olmadığı bu durumda tünel deneyimi mümkün değildir, ancak hasta ameliyat sonrasında ÖYD yaşadığını bildirmiştir.
Fizyolojik bir durumla da bağlantılı ayrı bir ÖYD teorisi, Karl Jansen (1990, 1997) tarafından öne sürülen teoridir; burada "ÖYD'ler, nörotransmitter glutamat, N-metil- için beyindeki reseptörlerin bloke edilmesi yoluyla ketamin tarafından yeniden üretilebilir. D-aspartat (NMDA)”, NMDA'nın bu tıkanmasının, ÖYD'ler ile kararsız beyin fizyolojisi arasındaki bağlantıları gösteren ÖYD raporlarına (tünel, ışık ve varlıklar) çok benzer halüsinasyonlar ürettiği rapor edilmiştir. Bu araştırma, hipoksi/iskemi durumunda beyinde NMDA reseptörlerine bağlanan büyük miktarda nörotransmiter glutamatın salındığını, bu vericilerin tüm bilişsel süreçlerde hayati bir rol oynadığını ve aşırı miktarda salındığında nöron ölümüne neden olabileceğini ve bunun sonucunda beyin hasarına yol açabileceğini öne sürmektedir. NMDA reseptörü bloke edilirse (örneğin ketamin tarafından), glutamatın eksitotoksisitesi ve hücre ölümü önlenir. Jansen, glutamat teorisinin tüm ÖYD'ler için bir açıklama olmadığını belirtmesine rağmen beynin iyi korunduğu ve bilinen birçok savunmaya sahip olduğu için, NMDA reseptörünü bloke edebilen doğal bir madde gibi eksitotoksisiteye karşı bir koruma mekanizmasına sahip olduğunu öne sürmenin makul olacağını varsayıyor.
Jansen'in araştırmasını inceleyen Peter Fenwick (1997), glutamat teorisindeki bazı zayıflıkları vurgulamaktadır. Fenwick, ÖYD'lerin, deneyimleyen kişinin serebral fizyolojisi uyanık ve rahatlamış, hafif enfeksiyon veya depresyon gibi yıkıcı stres altında olmadığında birçok farklı durumda ortaya çıkabileceğine dikkat çekiyor. Jansen, ketamin verilen katılımcıların %30'unun yaşadıklarının gerçek olduğuna güçlü bir şekilde inandığını belirtirken Fenwick, bildirilen ÖYD'lerde bu oranın çok daha yüksek olduğunu savunuyor.
Fenwick ayrıca "yıkıcı beyin durumlarında net bir duyu fenomenini" vurgulayarak, bilincini kaybedecek kadar tehlike algısında olan bir beyin tarafından bile ÖYD'nin net bir şekilde işlenebileceğini, kafa karışıklığı ve hafıza kaybı yaşanmadan bunun mümkün olabileceğini vurguluyor. Fenwick, bunun yerine beyin ölümünden sonra zihnin devamının kanıtı olarak bu deneyimlerin gösterilebileceğini öne sürüyor. ÖYD'lerin ölümden sonra hayatta kalmanın kanıtı olarak incelenmesi, her ne kadar fizyolojik teoriler kadar yayınlanmamış olsa da zihnin sınırlılığının anlaşılması konusuna ışık tutmaktadır. Emily Cook, Bruce Greyson ve Ian Stevenson (1998) tarafından yayınlanan bir makale, hayatta kalma teorisinin kanıtlarını destekleyen ve güçlendiren bir dizi farklı ÖYD özelliği ve vakası öne sürmektedir.
Ölüme Yakın Deneyimler’le bağlantılı çok sayıda Beden Dışı Deneyim rapor edilmiştir ve bu çalışmalar birçok ortak unsura işaret eder. Bir katılımcının uzak hedefleri algılama yeteneğini test ederek bir BDD geçirip geçirmediğini tespit etmek için yapılan araştırmalarda (Morris, Harary) , Janis, Hartwell ve Roll, 1978; Osis ve McCormick, 1980) katılımcıların kişiliğinin bir kısmının hedef bölgede mevcut olması gerektiği sonucuna varılmıştır. Beden dışı deneyim yaşayan biriyle; aynı olayı imajine etmesi istenen birinin sonuçları karşılaştırılmış (Sabom, 1982), her iki durumda da zihnin vücut dışında çalışabilme yeteneğine dair güçlü kanıtlar elde edilmiştir.
Paranormal algılama, ÖYD'deyken normal bilinç halinde bile algılanamayan bir olayı görüntüleyebilme yeteneğidir. Bazı ÖYD'lerin bu tür algıları içerdiği nadiren bildirilse de, Osis ve McCormick (1980) bunu test etmek için belirli bir görsel konumdan görülebilecek bir hedefin yerleştirildiği ve BDD'leri tetikleme becerisine sahip bir bireyin yer aldığı bir çalışma yaptı. Hedefin başarılı bir şekilde tanımlandığını gösteren sonuçlar, katılımcının fiziksel bedeninin dışında olduğunu ortaya koydu. Cook, Greyson ve Stevenson tarafından vurgulanan ve birçok Ölüme Yakın Deneyim vakasıyla desteklenen bu özellikler, bir araya geldiklerinde ölüm sonrası hayatta kalmanın güçlü ve düşündürücü kanıtlarını sağlar.
Ölüme yakın deneyim, ölümden sonraki yaşam hakkında kesin bir kanıt sağlayamasa da zihnin sınırlamaları ve bu konu hakkındaki henüz cevaplanmamış sorular geniş bir araştırma sahasına ihtiyaç duyuyor. Ölüm, belki de hayattaki tek kesinliktir ve hayat ile öte alem arasındaki çözülmemiş gizemler bizi zorlamaya devam etmektedir. Bilimsel araştırmanın temelini de işte bu zorluklar oluşturur. (kaynak;https://www.paraspear.com/)